“Bir şey hissetmediğin halde bir şey hissediyor gibi yapmak, bir şey hissettiğin halde bir şey hissetmiyor gibi yapmaktan daha zor.”

The Lobster, Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos‘un ilk defa İngilizce çektiği ve ona Cannes Jüri Ödülü‘nü kazandıran ve belki de üstünden onca zaman geçmesine rağmen kafalarımızda bıraktığı soru işaretlerini koruyan sıra dışı bir film. Lanthimos’un tarzına alışkın olmayanlara “Ben ne izledim az önce?” dedirtebilecek kadar sıra dışı hem de. Lanthimos sineması yapısı ve içeriği göz önünde bulundurulduğunda Alman yönetmen Michael Haneke‘nin sinema anlayışına oldukça benzerlikler gösterse de The Lobster ile Lanthimos’un ismini Haneke’nin hemen yanından silerek biraz uzağa yazmakta fayda var. Çünkü Lanthimos özellikle The Lobster ve bir sonraki filmi olan The Killing of a Sacred Deer ile farkını ve özgünlüğünü ortaya koymasıyla artık tek başına anılması gereken bir isim haline geldi.

Yorgos Lanthimos, The Lobster setinde

Filmin incelemesine giriş yapmadan önce filmin konusu ve türü hakkında biraz düşünmek gerekiyor. Bu filme bir aşk filmi demek Dogtooth veya The Killing of a Sacred Deer‘a bir aile draması demek kadar saçma olacaktır. Türüne gelirsek; bilim-kurgu olduğunu iddia etmek baştan savma, distopya olduğunu söylemek de eksik kalacaktır. Bu film bir modern toplum ve aşk hicvidir. Lanthimos’un diğer filmlerinde de olduğu gibi karşımızda absürt bir gerçeklik var, bu nedenle bu filmi rahatlıkla büyülü gerçekçilik akımına dahil edebiliriz. Büyülü gerçekçilik, mantık dışı ve gerçekçi olmayan ögeler içeren fakat karakterler tarafından bu ögelerin oldukça normal karşılandığı bir hikaye anlatımı tarzıdır. Yani bir distopyadan ziyade, günümüz modern toplumunun metaforik ve alegorik anlatılar eklenmiş bir hali olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki bu gerçeklikte partneri olmayanların hayvanlardan farkı yoktur ve 45 gün içerisinde romantik bir eşleşme yakalayamayan kişiler istedikleri bir hayvana dönüştürülmektedir. Yani, insanın alametifarikası romantik birlikteliklerdir. Lanthimos da tam olarak modern toplumun bu yüzeysel ilişki anlayışı üzerine inşa ediyor filmin grotesk dünyasını. Bir hayvana dönüşme ve aşkın kurtarıcı gücü gibi masal klişelerini barındıran bu dünyaya  Colin Farrell‘ın hayat verdiği baş karakterimiz David’in gözünden bakıyoruz.

Tabii, Lanthimos bu masalsı ögeleri çok da güllük gülistanlık koymuyor karşımıza. Filmdeki aşk kavramı, partnerlerin elle tutulabilir bir ortak özelliği olması üzerine şekilleniyor. Örneğin, miyop baş karakterimizin romantik partnerinin de miyop olması zorunluluğu var ve karakterler birazcık bile garipsemeyecek kadar bu kurala koşullanmış durumda. Diğer filmlerinde de olduğu gibi, kurduğu bu yapay gerçekliklerle insan davranışını duygulardan arındırarak mercek altına alıyor yönetmen. Aşk, aile gibi güçlü duyguların çoğunu elimine ederek bu duyguların sebep olduğu davranışlara odaklıyor merceğini. Bunun için de absürt ve gerçeklikten uzak bir dünya yaratıyor, çünkü ancak kendi gerçekliğimizden uzaklaştığımız zaman onu objektif bir şekilde kavrayabileceğimizi düşünüyor. Duygusuz yüz ifadelerine bürünmüş karakterler; monoton, bastırılmış ve mesafeli diyaloglar Lanthimos’un filmlerindeki bu tuhaf atmosferin destekleyicileri aslında. Bu hissiz diyalog olayı bir yerden tanıdık geliyor mu? Absürdizm’in babası Albert Camus‘nün Yabancı romanından olabilir belki.

Film hakkında bu kadar konuştuktan sonra artık senaryosuna giriş yapabiliriz. Film 3 mekanda geçiyor ve 3 ana bölüme ayrılmış durumda. Mekanlarımız: Otel, Orman ve Şehir.

1. Bölüm: David’in Terk Edildikten Sonra Otel’e Gelişi:

Filmin başlangıcında baş karakterimiz David, partnerinin onu terk ettiğini öğreniyor ve (tabii ki kendi isteğiyle değil, kurallar gereği) Otel’e kaydoluyor. Burada ilgimizi çeken şey, Otel yönetiminin David’e sorduğu sorular. Cinsel tercihi sorulduğu zaman David biseksüel olduğunu söylese de Otel sadece homoseksüel ve heteroseksüel seçeneklerinin olduğunu belirtiyor. David ayakkabı numarasının 44 buçuk olduğunu söylüyor fakat Otel buçuklu numaralarının olmadığını, 44 ya da 45’i seçmesi gerektiğini söylüyor. Bu dünyada sadece romantik ilişkilerin değil, her şeyin siyah ya da beyaz olduğunu görüyoruz. Yani ayrıntıların ve farklılıkların istenmediğini, otorite tarafından tek tip bireylerin oluşturulduğunu anlıyoruz. Günümüz modern toplumundan pek farklı değil sanki.

Otel’in içine girdiğimizde herkesin aynı kıyafetleri giydiğine, aynı etkinlikleri yaptığına, aynı şeyleri yediğine şahit oluyoruz. Ayrıca David hariç filmde başka hiçbir karakterin ismini öğrenmiyoruz. Bu da bireyselliğin minimize edildiği ve eninde sonunda yitirildiği bir anonimlik haline işaret ediyor.

Gelelim Otel’de geçirilen 45 gün içinde bir eş bulamayanlara ne olacağına. Bu müzmin bekarlar, kendi seçtikleri bir hayvana dönüşüyorlar. Bu durum da başka bir Absürdist roman olan Kafka‘nın Dönüşüm‘ünü çağrıştırıyor. Oldukça saçma bir şekilde kendini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulmasına rağmen bu durumu hiç de garipsemeyen Gregor Samsa, bu distopyada pek yabancılık çekmezdi sanırım.

Biz David’imize dönelim. David filmin adından tahmin ettiğimiz üzere bir ıstakoza dönüşmek istediğini söylüyor. Sebebi ise ıstakozların çok uzun süre yaşaması, ölene kadar üreyebilmeleri, aristokratlar gibi soğukkanlı olmaları (filmde gözümüze sokulan aristokrasi burada dile getiriliyor) ve David’in denizi çok sevmesiymiş. Tabii David bu noktada 100 derecelik suda ölene kadar kaynaması için bir ıstakoza dönüşmesine hiç de gerek olmadığını henüz bilmiyor. Bunun üzerine Otel yöneticisi bunun harika bir karar olduğunu, çoğu insanın köpek olmak istediğini ve dünyanın bu yüzden köpeklerle dolu olduğunu söylüyor. Bu da ilginç bir nokta aslında. İnsanlar, sırf romantik bir partnerin olmadığı için sana ihanet ederek insanlığını elinden alıyor ve ona rağmen gidip insana en yakın hayvan olan köpeği seçiyorsun. İnsanların doğada kendini en üstün canlı olarak görmeleri ve sırf insan oldukları için egolarının tatmin olmasına nokta atışı yapılmış.

Otel’de konuklara çift halinde yaşamanın gerekliliğini anlatan skeçler izletiliyor. Örneğin eğer bir partneriniz olursa yemek yerken boğulmanız durumunda sizi kurtarabilir veya bir kadınsanız partnerinizle yürürken tacize uğramazsınız. Bir diğer saçmalık ise iletişimde sıkıntı çeken çiftlere Otel tarafından bir çocuk tahsis edilmesi. Bu da günümüzde yıpranmış ve büyüsünü yitirmiş evliliklerin çocuk yaparak kurtarılmaya çalışılmasına bir gönderme. Aşkı tamamen ortak özelliklere ve pragmatik koşullara bağlayarak tüm derinliğini yerle bir eden Batı toplumunun kültürel normlarına müthiş bir alaycılıkla yaklaşmış Lanthimos.

David, ona ayrılan zamanın sonuna yaklaştığını fark edince Otel’deki psikopat kadına yanaşmaya çalışıyor ve kadın gibi duygusuz davranmaya başlıyor. Kadının, David’in abisi olan köpeğini öldürmesi üzerine David artık rol yapamıyor ve yaşadığı üzüntü çatlaklardan sızıyor. İşlerin sarpa sarmasıyla David, Otel’den kaçıyor ve Yalnızlar olarak bilinen Orman’da yaşayan asilere sığınıyor.

2. Bölüm: David’in Yalnızlar’a Katılması:

Yalnızlar, yasaların tam aksine çift olarak yaşamayı reddeden ve kendi kendine yetebilen insanların oluşturduğu bir muhalefet grubu. Otel’de herkesin birlikte yapmak zorunda olduğu aktivitelerin aksine burada mastürbasyon serbest ve herkes tek başına dans etmek zorunda. Fakat buradaki düzenin de oldukça otoriter ve farklılıklara kapalı olduğunun farkına varmamız çok uzun sürmüyor. Biriyle romantik anlamda yakınlaşmaya başlarsan katı biçimde cezalandırılıyorsun. Ne var ki Otel’de aşık olmayı beceremeyen David, Orman’da da aşık olmamayı beceremiyor ve kendisi gibi miyop bir kadına (Rachel Weisz) vuruluyor. Bir süre gizli devam ettirdikleri tatlı ilişkileri Yalnızlar Lideri’nin (Léa Seydoux) fark etmesiyle bir kabusa dönüşüyor. Yalnızlar Lideri, aralarındaki ortak özelliği, dolayısıyla aşkı ortadan kaldırmak için miyop kadını kör ediyor. Bunun üzerine David, aşklarının sadece bir ortak özellikten ibaretmiş gibi piyano çalması, Almanca bilmesi gibi yeni bir ortak özellik arıyor ama sonuç nafile. David bir kez daha isyan bayrağını çekiyor ve kör sevgilisi ile birlikte Orman’dan da kaçarak Şehir’e doğru yola çıkıyorlar.

“Özgürlüğün olmadığı bir dünyayla başa çıkmanın tek yolu, kendi varoluşunu bir başkaldırı haline getirecek kadar özgür davranmaktır.” – Albert Camus

Ayrıca bir sahnede Yalnızlar Lideri’nin karşısına bir domuz çıkıyor. Bu, bize Hayvanlar Çiftliği romanındaki domuz Napoleon’u anımsatıyor. Bu sahneden yola çıkarak filmin okuması politik bir eksende de yapılabilir.

3. Bölüm: David ve Kadın Şehir’de

Otel ve Orman’ın ardından son durağımız Şehir. David, kadınla aşkını tescilleyen tek ortak özellik olan miyopluğun ortadan kalkmasıyla çareyi kendini kör etmekte buluyor. Artık Otel’de olmadıkları için böyle bir kural da yok aslında ama normlara bağlılığın ne kadar kuvvetli olduğu da yadsınamaz gerçek. Bir yandan David ve kadının aşkı bu normu yıkacak kadar güçlü değil, öte yandan David’in kendi gözlerini oymasını düşündürecek kadar güçlü. Filmin sonuna geldiğimizde, David gözlerini oymak için bir biftek bıçağı isteyerek tuvalete gidiyor. Kör kadın masada tek başına David’in dönmesini beklerken birden film bitiyor ve bizi dumura uğratıyor. Bu açık uçlu ve yarım bırakılmış son, David’in kararını görüp katarsis yaşamamızı engelliyor. Bu yönüyle filmin sonunun felsefik bir son olduğunu söyleyebiliriz. Normal filmlerdeki senaryonun giriş-gelişme-sonuç biçimindeki iskeletini alt üst eden The Lobster, bizi birtakım sorgulamalara mecbur bırakıyor. Sonun böyle bırakılması kendimize “Acaba ne yaptı?” sorusunu sormamızı sağlıyor. Belki de bu sorunun aslı “Ben olsam ne yapardım?”dır.

Peki, siz olsanız ne yapardınız?

Bir yanıt yazın
You May Also Like