Yağmurlu bir günde belki de yapılacak en güzel şey güzel bir fincan kahve yapıp film izlemektir. Fakat filmin de bu ortamın atmosferine uyum sağlayabilecek kadar kasvetli olması önemlidir. Elbette ki bazen neşeli, bizi günlük hayatın hengamesinden kurtarıp kafamızı dağıtacak filmlere ihtiyaç duyarız. Bazense günlük hayata minik molalar verip bize gerçekliğin ta kendisinden parçalar sunacak, varoluşlarımızı hatırlatacak filmler izlememiz gerekir. Zaten bir sanat olarak sinemanın en güzel eserleri de hep bu tarz filmlerdir. İşte gerek diyalogları, gerek depresif karakterleri, gerekse trajik olay örgüleriyle melankolik bir havaya sahip nadide filmlerin bir derlemesi sizlerle.

1. Nattvardsgästerna / Winter Light (1963)

İskandinav sinemasının en büyük ismi Ingmar Bergman‘ın üç filmlik serisinin ikinci filmi. Serinin ilk filmi Through a Glass Darkly ve üçüncü filmi The Silence’ın da melankoli düzeyi oldukça yüksek. Aslında Bergman’ın tüm filmleri biraz iç karartıcı ve depresif, fakat bu filmin özel bir yeri var. Çünkü Bergman’ın belirttiğine göre bu kendisinin favori filmi. İnancını sorgulayan bir rahibin sessiz varoluşsal krizini konu alıyor Winter Light. Oyuncu kadrosunda ise Bergman’ın gözdeleri Ingrid Thulin, Gunnar Björnstrand, Gunnel Lindblom ve Max von Sydow yer alıyor.

2. Lost in Translation (2003)

Sofia Coppola‘nın yazıp yönettiği ve En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar ödülü kazanarak rüştünü ispatladığı 2003 yapımı filmde gencecik bir Scarlett Johansson var karşımızda. Henüz 19 yaşında olan aktrisin güzelliğiyle ve yeteneğiyle büyülediği filmde, Bill Murray‘nin canlandırdığı yıldızı sönmüş bir aktör ve Johansson’ın karakteri Charlotte, kendilerine bütünüyle yabancı bir şehirde tanışıp derin bir bağ kurarlar. Karakterlerin yaşadığı iletişimsizliği ve boşluğu müthiş bir şekilde yansıtan bu film Tokyo’nun çarpıcı atmosferiyle birlikte hafızalara kazınıyor.

3. Room (2015)

Genç yaşta bir adam tarafından kaçırılıp bir odaya kapatılarak sürekli tecavüze uğrayan bir kadın ve oğlunun gerçek hayattan izole bir odada geçen acı ve sevgi dolu yıllarını konu alıyor Room. Jack’in dünyası içinde yaşadıkları o minicik odadan ibarettir. Fakat annesi bunun artık böyle süremeyeceğinin farkına varmıştır ve Jack’i oradan çıkarmanın yollarını aramaktadır. Bu film, Brie Larson‘ın ona En İyi Kadın Oyuncu Akademi ödülünü kazandıran olağanüstü performansı ve duygu yüklü sahneleriyle gözyaşlarınıza hakim olmanızı güçleştirebilir.

4. L’avventura (1960)

Türkçe’ye “Macera” adıyla çevrilen L’avventura, İtalya’nın önde gelen yönetmenlerinden Michelangelo Antonioni‘nin İletişimsizlik Üçlemesi‘nin ilk filmidir. Filmde genç bir kadın, eşi ve en yakın arkadaşı ile çıktıkları yat gezisinde gizemli bir şekilde kaybolur. Onu aradıkları esnada ise eşi ve arkadaşı arasında bir aşk alevlenmeye başlar. Her ne kadar filmin ismi Macera olsa da filmde maceraya dair pek bir şey yoktur aslında. Antonioni bu üçlemesinde 2. Dünya Savaşı sonrası insanlar arasındaki iletişimsizlik, yabancılaşma, anlamsızlık ve hüsrana uğrayan aşkları ele almıştır. L’avventura Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Serinin devam filmleri olan La notte ve L’eclisse de kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden.

5. Paris, Texas (1984)

Tek kelimeyle bir Wim Wenders harikası. Çoğu eleştirmene göre yönetmenin başyapıtı olarak kabul edilen film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüş, Wenders’a da BAFTA’da En İyi Yönetmen ödülünü kazandırmıştır. Film, 4 yıldır kayıp olan Travis, Texas’ın çöllerinde neredeyse bir dilsiz gibi dolaşmaktadır. Abisinin onu bulması üzerine oğluyla yakınlaşmaya ve tekrar sosyal hayata adapte olmaya çalışan Travis, kendilerini 4 yıl önce terk eden karısını bulmaya çalışır.

6. Vivre sa vie: Film en douze tableaux (1962)

Fransız Yeni Dalgasının efsanevi ismi Jean-Luc Godard ve ilham perisi Anna Karina‘nın en çarpıcı iş birliği muhtemelen bu filmdir. Nana isimli Parisli bir kadın, tutkusu olan sinemanın peşinden giderek bir aktris olma yolunda ailesini terk eder. Bu yolda parasızlıktan dolayı fahişelik yapmak zorunda kalan Nana’nın hikayesi 12 kesit ile anlatılmaktadır.

7. Dancer in the Dark (2000)

Björk‘ü hepimiz avangart bir müzisyen olarak biliriz fakat Lars von Trier imzalı bu filmde ona Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran olağanüstü performansı ile bundan çok daha fazlası olduğunu anlıyoruz. Yönetmenin Altın Kalp Üçlemesi’nin son filmi olan Dancer in the Dark, oğluyla Amerika’ya giden hayalperest bir göçmen kadının trajedisini anlatıyor. Kalıtsal bir göz kusuru sebebiyle kör olmak üzere olan kadın, oğlunun da kendisiyle aynı kaderi paylaşmasını önlemek için ameliyat parası biriktirmeye çalışıyor. Lars von Trier’in çoğu filmindeki karamsar ve rahatsız edici havayı bu filmde de görebilirsiniz.

8. A Woman Under the Influence (1974)

En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu Oscar ödüllerini kazanan, John Cassavetes‘in yazıp yönettiği film Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Film Arşivi tarafından “kültürel, tarihsel ve estetik olarak önemli” olduğu belirtilerek muhafaza altına alınmıştır. Toplumsal cinsiyet rolleri ve kadının varoluşu hakkında birçok metin barındıran film, kendisine yüklenen anne ve eş rollerinin altında ezilen Mabel’in girdiği bunalım ile akıl sağlığını yitirmesini konu alıyor. Gena Rowlands’ın, Mabel rolüyle kariyerinin en başarılı işlerinden birine imza attığını söylemek yerinde olacaktır.

9. Taxi Driver (1976)

ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilen bir diğer film: Martin Scorsese‘nin başyapıtı Taxi Driver. Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde her daim yeri olan Taxi Driver, Robert De Niro ve Jodie Foster‘ın efsanevi oyunculuklarıyla taçlandırdığı bir kült. Vietnam Savaşı’ndan dönen ve akli dengesi yerinde olmayan Travis Bickle, geceleri taksici olarak işe başlar. New York’un kirli ve adaletsiz sokaklarında turlar atan Travis, bu şehri temizlemeyi kendine görev edinmiştir. De Niro, bu rolün hakkını verebilmek için uzunca bir süre gerçekten taksicilik yapmıştır. Sonucun mükemmel olduğunu söylemeye hiç gerek yok.

10. Naked (1993)

Hiçbir yere ait olmayan yalnız bir adamın hikayesi. Johnny sokaklarda tek başına dolaşmakta ve en az kendisi kadar yalnız insanlarla tanışarak hayatın farklı boyutlarını keşfetmektedir. Bu insanlarla felsefeden evrime kadar birçok konuda iç karartıcı ama bir o kadar da zihin açıcı sohbetler eden Johnny sosyopat bir portre çiziyor. Kara mizah ustası Mike Leigh imzalı filmin baş rolündeki David Thewlis harikalar yaratıyor.

11. Hiroshima mon amour / Hiroşima Sevgilim (1959)

Hiroshima mon amour, Fransız Yeni Dalga hareketinin liderlerinden biri kabul edilen Alan Resnais‘in başyapıtı sayılmaktadır. Senaryosu Marguerite Duras‘ın aynı isimli kitabından birebir uyarlanan film, öndeki aşk hikayesinin arka planında küresel sorunlara atıflarda bulunmaktadır. Özellikle 2. Dünya Savaşı ve atom bombası sonrası Japonya’da yaşanan yıkımı gözler önüne seren savaş karşıtı bir tutuma sahip oluşuyla aynı zamanda bir belge niteliğindedir.

12. Der siebente Kontinent / The Seventh Continent (1989)

Şiddeti bir enstrüman olarak kullanan, karanlık filmleriyle ünlü dahi yönetmen Michael Haneke‘nin ilk uzun metraj filmi Der siebente Kontinent, Duygusal Buzlaşma Üçlemesi‘nin ilk filmidir. Dışarıdan oldukça normal orta sınıf bir aile olarak görünen Schober ailesi, kızlarının onların ilgisini çekmek için kör taklidi yapmasıyla hayatlarındaki anlamsızlığı ve serinin adındaki duygusal buzlaşmayı fark ederler. Bu kayıtsız ve ruhsuz hayatlarında bir değişiklik yaratmak için Avustralya’ya taşınmayı düşünen ailenin planları bambaşka bir yöne kayacaktır. Haneke’nin bu filmi, Avustralyalı gerçek bir ailenin toplu intiharından etkilenerek yazdığı söylentiler arasındadır.

13. Kynodontas / Dogtooth (2009)

Michael Haneke’nin varisi kabul edilen Yorgos Lanthimos‘un Haneke’nin tarzını en çok andıran filmi olduğu rahatlıkla söylenilebilir. Duygusal karamsarlık açısından da bir miktar Lars von Trier esintileri içerdiğini söylemek mümkün. Üç ergen çocuğunu asla evin dışına çıkarmadan izole bir şekilde büyüten ebeveynler hastalıklı bir aile portresi çiziyor. Çocukların evden çıkabilmesinin tek yolu köpek dişlerinin düşmesidir. Aslında Kynodontas; bir aile trajedisinin ötesinde, siyasi alegoriler içeren derin ve çok katmanlı bir film olduğu bilinerek izlenmelidir.

14. Ta’m e guilass / Taste of Cherry (1997)

Deneysel sinemanın önde gelen isimlerinden İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi‘nin minimalist tarzıyla çektiği varoluşçu filmidir. Bir adam, kamyonuyla gezerek intihar ettikten sonra kendisini bir kiraz ağacının dibine gömecek birini aramaktadır. Karşısına çıkan bir Kürt asker, bir Afgan öğretmen ve bir Türk tahnitçiyle ettiği sohbetlerden birçok şey öğrenecektir. Saf sinema denilen olgunun tam karşılığı bu film olsa gerek.

15. Zerkalo / The Mirror (1974)

Tek kelimeyle ‘şiir’ gibi bir film. Sinema denilince akla gelen ilk isimlerden Andrei Tarkovsky’nin hayatına dair otobiyografik denilebilecek kadar kişisel ögeler içermektedir. ‘Şiir gibi’ tabiri bu noktada devreye giriyor, çünkü Tarkovsky’nin babası tarafından yazılmış şiirler filmin çeşitli sahnelerinde okunmaktadır. Ayrıca Tarkovsky’nin eşi Larisa Tarkovskaya da filmde rol almaktadır. 40’lı yaşlarında ölmekte olan bir adam, geçmiş anılarının gözünün önüne gelmesiyle rüyayı andıran bir konseptte anılar ve güncel olaylar arasında gidip gelir. Belirli bir konusu olmaması, filmin çekim tarzının edebiyattaki bilinç akışı tekniğinin sinemaya uyarlanmış hali olarak yorumlanabilir.

Bir yanıt yazın
You May Also Like