Barok resminin belki de en önemli sanatçısıydı Rembrandt Harmenszoon van Rijn. Işığa olağanüstü hakimiyetiyle günümüzde dahi tabloları bir ders niteliğinde. Onun sanatını sadece resimden ibaret sayamayız, çünkü aydınlık ve karanlık diyalektiğinin sentezi olan tablolarında nice hikayeler anlatıyor aslında bizlere.
Hollanda Altın Çağı‘nın en büyük ressamlarından biriydi; fakat hayatı her zaman 24 ayarda geçmedi. Yitimlerle ve kayıplarla dolu, resimlerinin ışığıyla talihsizliğinin karanlığı arasında sıkışmış bir ömre sahipti. Bunun en güzel göstergesi ise kuşkusuz otoportreleri. En fazla otoportre yapan ressamlardan biri olan Rembrandt, bir bakıma otobiyografisini ‘resmetmiş’ diyebiliriz.
“Rembrandt’ın otoportrelerinden tanıdığımız o keskin ve sabit gözler; insan kalbinin derinliklerini görüyor olmalılar.”
-Ernst Gombrich
Van Gogh ise Hollanda’daki Rijks Müzesi’ni ziyaret ettiğinde Rembrandt’ın ‘Yahudi Gelini’ tablosunu ilk kez görür ve şöyle der:
“Bu tablonun önünde 15 gün boyunca sadece kuru ekmekle beslenerek oturabilmek için hayatımın 10 yılını verirdim!”
Genç Rembrandt 14 yaşındayken ressam olmak için okulu bıraktı ve bir ustanın yanında çırak olarak sanatına başladı. 1631’de ise her anlamda ivmeli bir gelişme gösteren zengin kent Amsterdam’a taşınıp buradaki soylulardan aldığı portre siparişleriyle sanatını geliştirmeye başladı. Fakat bu portreler gösterişten hoşlanan burjuvazinin ev dekorasyonlarından ibaret değildi. Onun portrelerini benzersiz kılan şey, yüzdeki her çizgiye anlam yükleyen fırça darbeleriydi. Ustalıklı olarak resmettiği mimik ve jestler boyanın ardına gizlenmiş duyguları gün yüzüne çıkarıyordu. Rembrandt resim yapmıyor, adeta fotoğraf çekiyordu. Harikulade ışık-gölge kontrastı kullanımıyla insanların çehrelerinden, iç dünyalarını kusursuzca yansıtıyordu tuvaline. Rembrandt’ın ışığı, resmettiği kişilerin ruhuna nüfuz ediyordu bir nevi.
Tabii, bazı portrelerinin beğenilmediği de oluyordu. Çünkü güzellik Rembrandt’ı sıkıyordu. Çirkinliği güzelliğe tercih eden ressam, uzlaşılmaz bir gerçekçilik anlayışına sahipti.
Çoğu resminde modeli olarak kullanacağı ilk eşi Saskia ile üç çocukları oldu, fakat üçü de daha birkaç aylıkken öldü. Saskia ile dördüncü ve son çocuğu olan Titus yetişkinliğe erişebilen tek çocuklarıydı, ne var ki Titus’un doğumundan sonra Saskia da vefat etti.
Rembrandt, 1661 yılında Amsterdam Belediye Sarayı’ndaki büyük boş duvara asılması için Felemenklerin özgürlük savaşı temalı bir resim yapması için görevlendirildi. Ressam, “Claudius Civilis’e Suikast” adında devasa bir eser yaptı. Fakat bu eserde farklı bir şeyler vardı; figürler oldukça çirkin ve barbar bir görünüme sahipti. Resim hiç beğenilmedi ve Rembrandt’a ödemesi yapılmadan iade edildi. Rembrandt’ın savunması ise “Ben sizi böyle görüyorum ve tuvalime böyle aktarıyorum.” oldu. O, sadece gerçekleri resmedip Hollandalılara nereden geldiklerini göstermek istemişti. Resminin geri çevrilmesiyle sanat hayatına büyük bir darbe yiyen ressam, bıçağı eline aldı. En azından bir kısmını satabilmek için resmini parçalara ayırdı. Bir sanatçı için büyük bir özenle yarattığı eserini kendi elleriyle parçalamak çok acı verici olmalı. Bir sanat eserinin değerinin klasik güzellik anlayışıyla ölçülemeyeceğinin en önemli kanıtıdır Rembrandt’ın “Claudius Civilis’e Suikast” tablosu.
Yaşadığı kayıplar ve acılarla, ışık üstadının yaşamının son dönemleri oldukça karanlık geçti. Savaş atmosferinde değişen sanat anlayışı ve geçmişin sade yaşam tarzının terk edilmesi Rembrandt’ın sanatının modasının geçmesine sebep oldu. Resimlerindeki keskin ve ihtişamlı çizgiler yumuşamaya başladı. Son otoportrelerindeki bakışlarına bir yorgunluk ve bilgelik hakimdi. 1656 yılında bastığında savurganlığı ve gösteriş düşkünlüğü yüzünden her şeyini kaybederek iflas etti.
Saskia’nın ölümünün ardından hayatına ilham perisi olan Hendrickje girdi. Ne yazık ki 1662 yılında çok sevdiği bu kadın da hayata veda etti. 1668 yılında oğlu Titus’u da kaybetmesiyle, Rembrandt’ın sevdiği herkes kendinden önce yitip gitmişti. 1669’da son otoportresini yaptı ve sefalet içerisinde hayata gözlerini yumdu. Böylelikle değeri zamanında anlaşılamayan dahiler kervanına bir isim daha katılmış oldu. Fakat bizlere kendi adıyla andığımız ışıklandırma tekniği olan ‘Rembrandt aydınlatması’ ve muhteşem yüzlerce tablosuyla ölümsüz bir miras bıraktı.
Rembrandt Aydınlatması
Rembrandt’ın çağının çok ötesindeki inovatif ışık-gölge kullanımına günümüzde sinemadan fotoğrafçılığa kadar çoğu alanda ismini veren tekniktir. Rembrandt’ın ışığı noktasal bir kaynaktan yayılır ve ressamın göstermek istediği yerleri aydınlatır. Yani vurgulanmak istenen ögeleri öne çıkarırken, diğer tarafları gölgede bırakır. Rembrandt resimlere üç boyutluluk kazandırmak için nesneleri özel olarak konumlandırır. Boyut kazandırmanın yanında tekniğini asıl özel kılan bu ışık oyunlarının resme karakter ve duygu katmasıdır. Örneğin Rembrandt’ın tek natürmort çalışması olarak değerlendirilebilecek bu resimde ışık ve gölge etkileşimleriyle kazandırdığı boyut sayesinde pencereden bakan bir çocuğun önündeki tavus kuşlarını bir anlığına gerçek olarak algılayabiliyoruz.
Gece Devriyesi
Gece Devriyesi ressamın eşi görülmemiş ışık manipülasyonu ile sadece Rembrandt’ın değil sanat tarihinin en önemli eserlerinden biri. Amsterdam Keskin Nişancılar Loncası’nın siparişi üzerine yaptığı bu grup portresi, diğer grup portrelerinden ayrılan birtakım özelliklere sahip. Mesela ilk kez bir grup portresi durağan değil de hareket halinde resmedilmiş. Bu özelliğiyle izleyicide resim değil de bir fotoğraf hissiyatı uyandırıyor.
Genelde grup portrelerinde her yüzün aynı derecede dikkat çekmesini sağlamak amacıyla ışık eşit dağıtılır. Fakat bu resimde Rembrandt insanlar arasındaki rütbesel hiyerarşiyi vurgulamak için ışığı heterojen kullanmayı tercih etmiş.
Gece Devriyesi günümüzde bütün ihtişamıyla Amsterdam’daki Rijks Müzesi’nde sergilenmekte.
Resmin etkileyici bir gölge detayı.
Burada sadece gözü ve şapkası görünen kimliği belirsiz adam, Rembrandt’ın ta kendisi olabilir. Yapılan incelemeler bu figürün ressamın otoportrelerine benzerlik gösterdiğini söylüyor.